İstanbul film festivaline gidişim üniversiteyi kazandığım 2008 yılı ile başladı.Bunda okuduğum bölümün büyük etkisi var yoksa ne işim olacaktı İstanbul film festivalinde.Okuduğum üniversite Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi,her sene okuduğum üniversite İstanbul Film Festivaline götürürdü benim film festivaline gitmemdeki amaç ne bir film ne de bir yönetmendi maksat sevgilimi görürüm,ailemi görürüm tatil falan yaparım.En güzel tarafı da festivalin Efes Pilsen sponsordu bedava bira anahtarlık falan verirlirdi ayrıca biraları dağıtan kız da güzeldi.Ama şu son 2 yıl içinde sinemaya bakış açım festivale bakış açım olsun çok değişti.Experimental film nedir orada ögrendim.Üzücü olan tarafı emek sineması yıkıldı beyoğlu sineması içinde aynı şey olacakmış gibi gözüküyor artık bira falan da vermiyorlar bu nedenlere rağmen yaşasın İstanbul Film Festivali.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Hüseyin Kaymakçı

İstanbul film festivaline ilk kez 13-14 yaşlarımda gitmeye başlamıştım. O zamanlar annem ve babamın film zevkleriyle yönlendiriliyordum. Bergmanlar ve Tarkovskiler, benim için hiç anlaşılmayan siyah beyaz filmler çeken yönetmenlerdi. Film bitse de eve gitsek diye düşünürdüm, ama bir yandan genç olmayı yeni yeni keşfeden ve bağımsızlığını almaya hazırlanan bir kız için ailesiyle de olsa Beyoğlu’na gitmek çok önemli bir şeydi. Sonra yaşım ilerledikçe o yönetmenleri anlamaya çabaladım ve tezini yazacak kadar sevdiklerim oldu aralarında. Ama haksızlık etmeyeyim, annem ve babamın beni götürdüğü filmlerden biri de, Emek Sineması’nın balkonunu alkışlarla sallamaya yetecek bir güç yaratan Woodstock belgeseliydi. Tabi ki ilk ve tek gerçek Woodstock’tan söz ediyorum. Sonra yeni Woodstock’lar oldu, yeni akımlar çıktı, yeni müzik türleri rock dışındaki her türlü ismi verdiler kendilerine. Benim 1980 sonrası yozlaşan jenerasyonumun yansımalarını her sene festivaldeki filmlerde de görür olduk.

Babamların gençliğinde İstanbul Festivali tüm sanatları içinde barındıran kocaman bir festivalmiş. İşte sonra sözünü ettiğim dalların budaklanması oldukça türlere ayrılmış ve o kuşak için asla izleme şansı bulamayacakları filmleri beyazperdede seyredilmek şahane bir şeymiş. O zamanlar tabi ki şimdiki gibi internetten film indirmek, dvd kopyalamak vs. gibi işlemler mümkün değil. Sonra yaşım asilik dönemine ilerledikçe, film festivalinde film seyretmek, bizim için okuldaki tayfayla gidilen, süslenilip püslenilen, kadife ceket arasına Cumhuriyet gazetesi konulan, çıkışta bir şeyler içilen, yeni insanlarla yeni filmler üzerine sohbet etme şansları bulunan bir sosyal etkinlik haline geldi. Bir de festival insanları vardır, birbirine benzerler giyimleriyle, sanki bir filmden fırlamış gibi naif, gözlüklü, şallı, gazeteli ve kahve içen, birazdan diyaloga gireceklermiş gibi bir halleri vardır, onlar da asla değişmez. Açıkçası benim için, 30 yıllık festivalin en keyifli ve naif dönemi bu dönemdi, yani ekteki fotoğrafta güzelim eski biletlerden bir örneği gördüğünüz 17.-18. festival dönemi. Belki de benim kendimi keşfettiğim bir döneme denk geldiği içindir, ama o yıllarda izlediğim filmler, hep kişiliğimin ve hayat felsefemin oluşmasına denk gelen filmler olmuştur. Aşkın ne kadar tesadüflere ama aynı zamanda da kadere bağlı olduğunu Claude LeLeouch’un Talih ve Tesadüfler filminden öğrenmiştik kızlarla. Hayatı sorgulayıp dönüştürmeye en azından teorik olarak ilk kez o yıllardaki Devrimden Önce filmi ve benzerleriyle karar vermiştik tayfamızla. Şimdi tayfamız durmuyor ama fikirlerimiz duruyor.

Sonra ne oldu peki… Hayat pahalandı, bireysellik arttı, teknoloji ilerledi, gündeme ve sanata siyaset erkleri ve sermaye karar verir oldu, insanlar artık kendileri olmaktan uzaklaştı. Üniversite yıllarımda festivale daha az gider oldum, ne ilginç aslında tam tersi olması gerekirdi değil mi? Dersler, yarım gün çalışarak ekmek parası kazanma derdi, filmlerin daha kolay bulunabilme olanakları derken, festival benim için biraz lüks oluverdi. Artık o renkleri biletler yerini Biletix’in tek düze mavi biletlerine, Emek ve Alkazar Sinemaları yerlerini bomboş birer griliğe bıraktı, sanırım Beyoğlu Sineması da aynı kaderle karşı karşıya. Ama sevindirici bir şeyler yok mu? Var… Halen güzel, hem de çok güzel filmler çekilmeye devam ediyor en azından! Daha yapım aşamasından sıcak sıcak taze çıkmış filmleri, halen teknolojiye ve bireyselliğe inat festivalde izleyebilmek bir tane de olsa, benim için çok güzel bir mutluluk. Bilet fiyatları da biraz düşürüldü, bu da cabası… Ustalara halen Saygı kuşağıyla babamların kuşağına da saygı duymuş oluyoruz, yeni yönetmenler ile kendi yozlaşan kuşağıma da… İşte festivalin bu gelişim tablosu, benim gençliğimden bugüne dek gelen yıllarla çok paralel ilerledi, benim değişime direnen yanlarım oldu, festivalin de… Benim direnemeyen yanlarım oldu, festivalin de; birlikte olgunlaştık sanırım. Ama sakın özümüzü kaybetmeyelim olur mu yaşlanırken!
Sevgiler
Işıl Çobanlı
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Işıl Çobanlı
12
Şubat

tekrar sana kavusabilmek dilegiyle sevgili emek...
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
S.A
10
Şubat

Her yıl gitmek için can attığım fakat bir türlü kapitalizmin pençesinden sıyrılamadığım, daha sonrasın da ise vakit bulamama diye şikâyet edip bütün bir yıl boyu pişmanlığını çektiğim sinema tarihinin ülkemizde vuku bulan bu en büyük olayı için artık gitme vakti gelmişti de geçiyordu bile.
Senelerden geçen sene; alabildiğine iş yoğunluğu ve iznimin olmaması beni aldığım karardan geri çeviremezdi. Bir gün bile olsa o atmosferi içime çekmeli yerinde görmeliydim. Festival çoktan başlamıştı ve benim bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bütün bu olumsuzluklar içerisin de bayağı bir zorlanmama karşın sağlık raporu aldım. Hayatımda ilk kez bir sağlık kuruluşundan yüzümde gülücükler, içimde festivalin dayanılmaz hafifliği ile ayrılıyordum. Vakit kaybetmeden bilet aldım hemen o gece için ve festival bileti bulamama kaygısı ile de ertesi gün izleyebileceğim filmlerin biletlerini de aradan çıkarmıştım.
Yoğun bir günün ardından yorulmuş olmalıyım ki yolculuk boyu uyumuşum. Uyandığımda İstanbul bütün keşmekeşiyle çiseleyen yağmuru ve esenler otogarıyla karşımda duruyordu. Otobüsten inmemle sırtımda çantam taksimin yolunu tutmam bir oldu. İstiklale gelinirde kahvaltı da saray muhallebicisine uğranmazmı. İlk filmin başlamasına vakit vardı ve iyi bir kahvaltıyı hak etmiştim doğrusu.
Filmim için Beyoğlu sinemasının yolunu tutarken bir yandan da Beyoğlu’na ve İstiklale karşı olan hayranlığımı gizleyemiyor, fotoğraf makinemi elimden hiç düşürmüyordum. Bir süre İstiklali turladıktan sonra kahve içmek için mola verecektim ki yanıma hiç kitap almadığımı fark ettim. Nedendir bilinmez girdiğim kitapevinden elimde Ahmet Altan’ın Aldatmak kitabıyla çıkıvermiştim bile. Hava sinemaydı o gün insanlar sinema teneffüs ediyordu. Bunu görebiliyordum. Beyoğlu sinemasının bekleme salonu bile ayrı bir ahenge sahipti. Sanki bir filmin setindeydim. Gördüğüm her kare benim heyecanımı ikiye katlıyor insanların gelmesiyle daha da pekişiyordu. O bekleme anı benim için bir meditasyondu asla unutamayacağım bir meditasyon.
Elime tutuşturulan Cnbc-e dergisiyle salona girmiştim bile ilk filmim Devrim Şarkıları.Yerime oturmuş heyecanla filmin başlamasını beklerken bir yandan da bu coşkuyu beraber yaşayacağım diğer izleyicilerin koltuk bulma telaşına kapılmıştım ki yanımdan gelen ‘pardon çayımı tutabilirimsiniz acaba’ sesiyle uyanmıştım.Ani bir refleksle çayı tutmuştum bile ses devam ediyordu.Yetişemicem diye çok korktum koştur koştur ama gerek yokmuş sanırım.Şu paltomu da çıkarım çayı alacam zahmet oldu falan derken tanışmıştık bile.İkimizde film hakkında duyduklarımızı birbirimize anlatırken çok heyecanlıydık nasıl bir film bizi bekliyordu acaba.İzleyenler bilir Amerikan zencilerinin beyazlara karşı verdiği sivil hak mücadelesine öncülük eden şarkılarla bezenmiş essiz bir belgesel.Film bittiğinde ikimizde birbirimize bakamıyorduk gözyaşlarımızın utancıyla.Elbette sadece biz değildik ağlayan bütün salon aynı duydu yoğunluğundaydı.Her anını duyumsuyordum her şey o kadar güzel gidiyordu ki ilk filmimi izlemiş ve ilk arkadaşımı bile edinmiştim bile öyle ki gün ışığında salonda göründüğünden çok daha güzel olduğunu fark etmemek imkansızdı.Bir sonraki filmin başlamasına kadar geçen zamanı değerlendirmek ve Bir şeyler içmek için oturmuştuk bile ikimiz de o güne ait seçtiği filmler aynıydı hoş bir tesadüf deyip geçiştirdik.Benim festival maceramı kendisinin öğrenciliğinden bir çok şey konuşuyor seanslara giriyor kahve içip sinemadan dem vurmaya devam ediyor,filmlerde yan yana oturmak için yanımızda oturan kaderdaşlarımızdan ricada bulunuyor ve beraber filmleri izliyorduk.Her şey o kadar çabuk geçmiştiki günün son filmine gelmiştik bile François Ozon dan Yuva günün en çok beklediğim filmi.Yönetmene karşı ayrı bir hayranlığım var.Ozon’u severmisin dediğimde delimisin bayılıyorum hele o Swimming Pool yok mu cevabını verirken ben aşık olmuştum bile.Ama bu filmi beraber izleyemedik yanımızda ki guruba hak vererek bu kez olmamıştı Bir yandan filmin büyüsü diğer yandan onu düşünmem dakikaların bendeki hoşluğunu anlatmak için yerime Hemingway’ın olması gerekir.Filmin bitişi ile bütün salonun ayakta alkışlaması. İşte dedim bu festivalin ne olduğunu anlatıyor. Gece yarısından sonra dönecektim ve nedense bunu en son söylemiştim.Söylediğim andaki yüz ifadesi ve mimikleri bana bir çok şeyi anlatmıştı aslında o zaman misafirimizi nevizadeye götürmeden bırakamam dedi ve bir iki kadeh bir şeyler içmeye gittik.Her şey film tadında ilerliyordu ve hala sonunu kestiremiyordum.Olağanüstü filmler izlemiş,ruh ikizimi bulmuş ve gece dönecek birinin filmiydi bu.Herhalde saatlerin nasıl geçtiğini söylememe gerek yoktur sanırım.O an çıkan fikir devam filmi gelir dedirten cinstendi.Birbirimize iletişim bilgilerimizi vermeyecektik,arayıp sormayacak ve seneye festivalin bu gününe biletler alıp karşılaşmayı bekleyecektik.Koltuk numaraları yan yana tabi.O an alkolünde etkisiyle gözüme harikulade gelen fikir bütün bir yıl beni bitirmiş olsa da festivale ramak kalan şu günlerde heyecanım daha bir derin.Tekrar karşılaşırmıyım karşılaşmazmıyım bilmem ama şunu biliyorum ki hayatım elverdiği sürece benim bütün festival boyu orada olacağımdır.
Teşekkürler.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Turgay DİLMEN
10
Şubat

Bu festival adamı sahtekâr bile yapıyor!

Yıl 1995 diye hatırlıyorum. Okumak için İstanbul’a göç eylemişiz. Tabii aklımda iki etkinlik var ki, kesinlikle kaçırılmaması gereken: Tepebaşındaki TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı ve İstanbul Film Festivali. Sağ olsun Cumhuriyet gazetesi o yıllarda kültür sanat sayfalarında bu iki etkinliği ballandıra ballandıra öyle bir işlerdi ki, henüz lise talebesi olarak Ankara’da bizim ağzımızın suyu akar hep bu ortamlarda bulunamamanın sıkıntısını yaşar, ‘bir gün mutlaka’ hayalleri kurardık. O gün gelip çatmıştı, üniversite sınavı kazanılmış ve İstanbul’a gelinmişti. Artık kim tutacak bizi dedik! Kim tutacak tabii para!

TÜYAP İstanbul Fuarı için gerekli bütçeyi ‘kitap alacağım okuyup adam olacağım’ diye dayı, hala, teyze gibi akrabaların desteğiyle kurtardık da, iş film festivaline gelince durum farklılaştı. ‘İktisat okuyorsun film senin neyine’ diye soran bakışlar, göz süzmeler karşısında pes edip çare düşünmeye başladık. Bir işçi çocuğu olarak malum ‘peder bey’in okutma bütçesinde kültür sanat başlığının altındaki rakamlar da pek yüksek değil.

Ama kafaya koymuşuz, yurttan birkaç arkadaş illa bu festivale gideceğiz, kültürleneceğiz. Kültür sanat dünyasına da aşinayız o zamanlar! Mesela SİYAD’ı ve bu derneğe üye olanların festivalde ücretsiz film izlediklerini biliyoruz. Biz de sahte SİYAD kartı yapalım fikri geliştirip olgunlaştırdık ve bu uğurda çalışmalara başladık. (Biz o zamanlar Türkiye’de yüzlerce sinema yazarı var sanıyoruz ve arada kaynarız gibi bir safça düşüncemiz var, öğrenci saflığı işte). İstanbul Üniversitesi’ne çağrılan bir sinema yazarının kimliğinden faydalanıp, operasyonu tamamlıyoruz. (Şimdilerde kart sahibini hatırlamıyorum. Ama operasyondan o zatın haberi olmadığını da belirtmek isteriz. Kart ünivesiteye girerken polis zorluk çıkartmasın, sinema yazarı olduğunuzu gösterir bir kartınız varsa onu verin gösterelim diye ele geçirilmişti. )Ki SİYAD’ın o dönem üye kartları da taklite uygun maşallah. Üç kart yapılıyor ve resimler yapıştırılıyor. Sonrasında rahat rahat programdan filmleri seçip festivalin başlayacağı günü bekliyoruz.
Çok geçmeden festival günü geldi çattı. Üç genç, büyük bir özgüvenle, ama üzerimizden gariban öğrenci olduğumuz anlaşılıyor, Beyoğlu Sineması’nın kapısına dayandık. Büyük bir gururla kartları gösterip filme gireceğimizi söyledik. Ama tam da o an görevlilerin bize tuhaf tuhaf baktıkları fark edip vınlamamız gerektiğini, bu planın tutmadığını anladık. Lakin iş işten geçmişti. Öyle piyasaya çıkıp ben sinema yazarıyım demenin bir bedeli vardı ve ödenecekti. Sonra bir kadın görevli geldi, şimdilerde kim olduğunu hatırlamıyorum ama muhtemel Zeliha Hanım, bizi polise vereceğini söyledi. Tabii tırstık ve utandık. Utanç duymamızın sebebi sahtekârlık yapma girişimimiz değil: Sen üniversitede onlarca eylemden kaçmayı başar, sonra da gel film sevdası uğruna polisin ağına düş. Olacak iş değil, üniversite ortamında duyulsa fena bozulacağız. Neyse görevli kadın vicdanlı çıktı ve bizi polise vermedi. Ama evladım bu memlekette üç beş tane sinema yazarı var onları da tanıyoruz deyip bizim saflığımızla dalga geçmeyi de ihmal etmedi.

Ama biz yılmadık. Her gün okul sonrası İstiklal Caddesi’ne gelip festival sinemalarının önünde turluyoruz. Bugünlerde zorla emekliye ayrılmak istenen yıkmak için hain ellerin plan yaptığı Emek Sineması’nın önünde artık kedinin ciğere baktığı gibi filmlere baktığımızdan mıdır nedir sinemanın müdürü Hikmet Bey bizi fark etti. Durumu anlattık, hatta sahtekârlık hikâyemizi de… Epey gülmüştü. Sonra da ‘Aman çocuklar çaktırmadan üst kata çıkın bari ‘dedi. Biz de böylece muradımıza erdik.

Tabii o yıllarda iktisat okuyan biri olarak sinema yazarı olmayı hayal bile etmiyor insan. Sonra hayat senaryoda birtakım değişiklikler yaptı ve ben bir dönem sahtekârlıkla da olsa üyesi olduğum derneğin yıllar sonra gerçek üyesi oldum. Bu da takdiri ilahi olsa gerek! (Bileydim başka kartlar üzerinde de çalışırdım!)
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Olkan Özyurt

İstanbul Film Festivali 30 yaşına giriyor bu yıl...

2-17 Nisan’da gerçekleşecek festival için İKSV’ye, Akbank başta olmak üzere tüm sponsorlara teşekkür etmeden önce festivalin ilk yıllarından iki kişisel anımı aktarayım.

O zamanın lise, sonra üniversite öğrencileri olarak İstanbul’da film festivali başlamadan bir-iki ay önce sinema salonlarında görevli olmak için İKSV’ye başvururduk.
Salonların girişinde kurulan stantlarda İKSV adına görevli olur, film kitapçıkları, kataloglar ve afiş satardık.
Bunun karşılığında da İKSV’den para değil, festivalde film izlemek için bedava giriş kartı alırdık.
Standaki görevimizi birbirimize devredip o filmden bu filme koşardık.
İki-üç yıl üst üste bu işi yaptık, hayatımızın en çok film izlenen yıllarıydı...
İlginç bir anı daha: O yıllarda filmlerin salondan salona altyazıları yetişmesi mümkün olmadığı için seanslarda simultane tercümanlar bulunurdu.
Salonun bir köşesinde oturan tercüman kulağında kulaklıklarla yabancı filmi anında Türkçe’ye çevirirdi.
Bu isim de genelde hep bugünün ünlü oyuncusu Serra Yılmaz olurdu.
Özellikle de İtalyan filmlerinin...
Serra Yılmaz’ı hep karanlık salonun bir köşesinde masa lambasının ışığında hatırlıyorum.
Bu anlattıklarım İstanbul Film Festivali’nin 6’ıncı 7’inci yılından...
Bugün 30 yaşında bir festivalimiz var.
Dile kolay, 30 yıl.
Bir şehrin kültür hayatı için o kadar önemli bir rakam ki...
İKSV ısrarcı olmasa, Türkiye’nin kültür-sanata yatırım yapan firmaları taşın altına elini koymasa bugünlere gelmek mümkün olmazdı.
Emeği geçen herkese teşekkürler...
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Cengiz Semercioğlu
8
Şubat

Toplu Fotoğraf
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Melis Behlil
8
Şubat

Claude Miller, Pericles Hoursoglou
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Melis Behlil
8
Şubat

Claude Miller
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Melis Behlil

Yıl 2007, işsiz dönemim nisan ayına denk gelince de çok seviniyorum çünkü festivalde bol miktarda film seyredebileceğim. Sabah 9’da işe gider gibi evden çıkıyorum, 16 seansı sonrası da işten döner gibi de eve gidiyorum. Her gün aynı rutin ama nasıl mutluyum, anlatamam. Bir türlü vakit bulup yapamadığımı yapıyorum, bir filmden çıkıp diğerine giriyorum.

Gene böyle yoğun günlerden birinde, 13.30 seansından çıkınca arayan var mı diye cep telefonuma bakıyorum, annem aramış. Beni iş görüşmesine çağırıyorlarmış, cepten aramışlar ama ulaşamayınca da evden aramışlar benden telefon bekliyorlarmış. Seans geç mi bitmiş ne, çok az vaktim var ama arıyorum, Emek Sineması’nın dış koridorunda konuşmaya başlıyoruz aracı firma ile. İşte şöyle firma, işte böyle firma maaş biraz az falan ama görüşmeye çağırıyorlar sizi yarın gidebilir misiniz diyorlar. Bende “tabii ki” diyorum ama çok film kaçırmama düşüncesinden olsa gerek “sabah erkenden olsun görüşme” diye de ekliyorum. Telefonu kapatır kapatmaz da yarın hangi filmler var hangilerini yakmak zorunda kalacağım diye bakıyorum. Hangi saatte görüşmeye gidersem gideyim en azından iki filmim gidecek ya içim yanıyor. İş görüşmesi yapmak kimin umurunda, festivalimin üzerine kuma alıyorum sanki. Bir koşu öğle yemeğimi de halledip Atlas’daki filmime giriyorum, neyse ki reklamlar başlamadan aracı firma arıyor, bir gün sonrası için firmadan randevu almışlar, sabah 10’da gidecekmişim, adres detayı, kimle görüşeceğim falan maille bildirilecekmiş. Bende teşekkür edip filmimi izlemeye başlıyorum. Ertesi gün sabah erkenden çıkıp gidiyorum görüşmeye, yanımda biletlerim, festival kitapçığım ve üzerimi değiştireceğim kıyafetler. Hayatımın geri kalanını etkileyebilecek bir görüşme yapıyorum belki ama aklım gidemediğim filmlerimde. Allahtan görüşme kısa sürüyor da, soluğu Beyoğlu’nda alıyorum. Yenimelek Sineması’nın tuvaletinde üstümü değiştirip 16.00’daki filmine giriyorum ve tempoma kaldığım yerden devam ediyorum. Film de nasıl güzel nasıl güzel.

İş görüşmesi yüzünden yaktığım o iki film içimde ukte kaldı belki ama, iyi ki gitmişim, dört yıldır o firmada çalışıyorum…
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
NAZLI UCA

Yılları hatırlamıyorum ama ilk sinema günleri zamanlarıydı. Çoğu filmde altyazı olmaz, simultane tercüme olurdu. Kadın,erkek, çocuk tüm oyuncuların seslendirmelerini tek kişi yaptığı için film izlerken tercümanın sesi ve vurguları filme farklı boyut kazandırırdı. Ya da bazen tercüman kendini filmin akışına kaptırır, "ahh" gibi ifadeleri de çevirirdi.En dramatik sahnelerde gülme krizine tutulduğumuz da olurdu.Yine de büyük keyifle izlerdik.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Semin Aksoy
7
Şubat

Yılı hatırlamıyorum, filmi de, ama Emek Sineması’nın balkonu. Sanırım altyazı çevirileri yaptığım yıllarda… Balkonun en sağında, tanımadığım bir grupla birlikte filmi seyrediyorum. Ayakta. Sonuna kadar… AKM önünde sabah saat 6’da girdiğim kuyruk, “acaba yer kalacak mı” korkusuyla Luvr Apartmanı’ndaki büyük salonda rezervasyon formunu uzatırken... Ne mutlu ki Festival 30. Yılını kutlarken ben de Festival’de 10. Yılımı kutluyorum.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Yusuf Pinhas

Yılın en güzel zamanı. Hayır abartmıyorum, en azından kişisel olarak… Her bitişinde, yeniden gelişini beklemeye başlarım. Nedendir o anın içinde hissettiğim ya da olduğum şeye tutkum, hep düşünür dururum. Yanıtları, nedensel olasılıkları dizilir elbet bolca. İşte öykü böyle gelmiş böyle gider, 15 yaşımdan beri ben, her Festival bitiminde gelecek Nisanı beklemeye koyulurum.

Evet şimdi ise henüz ilk günlerindeyiz, daha yeni başlıyor, başladı. Taksim Meydanı’ndan Beyoğlu sinemalarına doğru Festival afişleri eşliğinde süzülmek, bu işin meraklısına şenlik ateşlerinde yürümek gibidir, bilirim. Şüphesiz sinema hep var, filmler hep var… ama en çok sevdiğiniz şeye adanmış bir hayat diliminin tadı eşsizdir. Tüm dünya sinema olur o vakit. Zaman rutin yaşam döngüsünün buyruğundan sıyrılıp, bu filmden o filme ritmine boyun eğiverir. Saat ancak ışıklar söndüğünde ve yandığında tik tak eder. Hele de İstiklal Caddesi’nin bahar kokularına ve insan seslerine müptela bünyede, Festival bir zevkler kombinasyonu olarak kana karışıp bağımlılık olmuştur ezelden. Zamanı gelince canınız çeker.

Ben o şanslılardandım ki, okulum Beyoğlu’nda olduğu için küçük yaşlarda uyandım Festival ve sinema gerçeğine. Dersi kırıp da kendimizi sokaklara attığımızda Emek’in, Atlas’ın kucağına düşüverirdik (Bu yılki en büyük kederimiz de Emek’imizin çalınmış olması). Sonra o Festival kitapçıklarını, rezervasyon kartonlarını ilk elimize alışımızda kendimizi önemli hissettik… Önemli, akıllı ve farkında. Bilmek istedik ve merak etmeyi öğrendik. Başka dünyaların içine girip çıktıkça, daha fazlası için iştahlandık. Ve sonunda bu hazla kavuşmamızı, hayatın en nadide zamanlarından bildik.

Birkaç yıl önce Şakir Eczacıbaşı ile tanışıp iki dakika sohbet etme olanağı bulduğumda, hiç plansız şu sözler dökülüverdi ağzımdan: “İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı olmasa, bu şehir bu kadar yaşanası bir yer olmazdı”. Evet, yine abartmadığımı düşünüyorum. Onca filmi, konseri, oyunu izleyebilir miydik festivaller olmasa, emin değilim. Öyle unutulmaz anlar var ki kişisel Film Festivali tarihimde… Padre, Padrone/ Babam Oğlum için Taviani kardeşlerin Emek Sineması sahnesine çıkışını mı saysam… Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey/ 2001 Uzay Macerası’nı izlediğimde kendimi sinema adına zevkin doruklarında buluşumu mu… Tarkovski filmleriyle tanışmamı mı… Brian de Palma başyapıtı Dressed to Kill/ Öldürmeye Hazır’ın asansör sahnesinde sinemaya yeniden aşık olmamı mı… Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam ile edebiyat uyarlamalarının peşine düşüşümü mü… Bunuel karşısında yaşadığım şaşkınlığı mı… Antonioni ile hayatımın değişmesini mi… Fellini’ye doyuşumu mu… Abbas Kiarostami ile bambaşka bir yaşam ritmini keşfetmemi mi… The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye diye sürpriz bir filmle Tom Tykwer’ı bağrıma basışımı mı… Derek Jarman’ın Blue/ Mavi’sinde koltuğa yapışmamı mı…

Açlık, yoksulluk ve işsizlikten kıvranan bir memleketin çocuğu olarak böyle cümleler kurarken bir nebze utanç duysam da, sanatın bize kattıklarına karşı boyun borcum olarak bu şımarıklığı üzerime almayı göze alıyor ve yüksek sesle söylüyorum: Hayat nasıl eksik olurdu, bu filmler olmasa! İşte yine bir bahar, yine Festival zamanı… Özlenen sevgiliye kavuşmak gibi. Sarılın bırakmayın onu, kanını emin, canını çıkarın, arsızca girin koynuna bir daha bir daha. Ben öyle yapıyorum… Erkenden atıyorum kendimi İstiklal Caddesi’ne. Önce avarelik ediyorum biraz, sevdiğim kafelerde gazetelerimi okuyor, karşılaştığım Festival dostlarıyla iki çift laf ediyorum. Sonra ışıklar sönüyor, zevkten bin kere ölüp ölüp diriliyorum. Size film önermek manalı mı, bilmem… Kendi filmlerinizi seçin, kendi Festival anılarınızı yaratın. Bırakın 15 güncük hayat sinema olsun, sinema hayat olsun ve her şeyi unutup siz de o filmin kahramanı olun!
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
FECİR ALPTEKİN

Yıllardır İstanbul Film Festivali'nin en sadık destekçilerinden, festival filmlerinin İstanbul'a gelip zamanında gösterilmeleri için canla başla çalışan DHL Express Gümrük Departmanı İstanbul Film Festivali'nin 30. Yılını kutluyor!
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Gülten Şen

biletlerimi bulamadığım için yılını da bulamıyorum. ama henuz ortaokuldayım, demek ki 90"ların başları. babam, henüz 10"lu yaşlarının çok başındaki beni her yıl festivalde en az 10 filme götürüyor. ilk anımsadıklarım Jacques Tati toplu gösterimi. çok mutluyum, "mon oncle" hala hayatta en sevdiklerimden, festivalin hatırası bana.
bir sonraki yıl olmalı, bu kez babam "daha zor filmler izleyeceğiz" diyor, Tarkovski diye bir adamdan soz ediyor, adını bile duymamışım. en fazla 13 yaşındayım. arka arkaya Tarkovski izlemeye başlıyoruz. Ne yalan söyleyeyim, pek anlamıyorum, sevmiyorum. ama bir kaç yıl sonra bu kez Wajda, Kuller ve Elmaslar ile hayatıma giriyor, filmin her karesi beynime kazınıyor, beni fena halde sinemaya aşık ediyor.
hepsini gordüğüm yer aynı, emek sineması. artık demirli kapısını bile aşamadığımız.

sanırım en çok emek sineması önündeki kuyrukları, artık tanıdık haline gelen karaborsacıları ve sinemanın hemen yanındaki büfede, seans arası çay ve tostlarını özlüyorum.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Çiğdem Mater

emek makinisti ömer bey`e kendi ellerimle sponsorlarin kendi hazirlayip bize yolladiklari reklam filmlerini goturup teslim ederdim. birkac kez yapmistim bunu. keske foto cekseymisim. ömer bey ne sessiz, terbiyeli bir adamdi.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
S.A.

Sinema Günleri öylesine önemli bir olaydı ki, başka her şey onun için feda edilirdi. Örneğin üniversitede iki dönemlik çok başarılı olduğum bir ders vardı. Vizelerim 97-98-100-100. Final sınavı Tek Kişilik Düet filminin gidebileceğim tek seansına geliyor. Nasılsa bütünlemede veririm diyerek filme gittim.. Bütünlemede de sis olup karşıdan gelemeyince, sınıfın en iyisi olduğum dersi alttan tekrar almak zorunda kaldım. Bunu oğlum okulda hocasına anlatınca, kadıncağız "hiii.. Sakın sen yapma" demiş, kötü babasını örnek almasın diye. Ama ben oğlumun da aynı şeyi yapacak bir çocuk olarak yetişmesinden çok mutluyum.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA
3
Şubat

bir festival sirasinda, luvr`dayiz. surekli 2. kata hulya hanim`in odasina inip cikip duruyorum. bir keresinde asansöre yasli bir bey ve birkac kisi daha bindi, ben de hepsine gidecekleri katlari sorup kat dugmelerine bastim. yasli beyfendi beni asansör görevlisi zannedip "siz burada bu isi mi yapiyorsunuz" diye sormustu. film festivali sirasinda olmustu, hep tebessümle hatirlarim.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
S.A.

Sinefiller için on iki ayın bir sultanı her sene Nisan ayında gelir. Birçok kişi gibi ben de festival süresi boyunca başka hiçbir randevu vermemeye ve ajandamı çırılçıplak bırakmaya çalışırım. Festivalin sonlarına doğru yorgunluk artar, üçüncü Cumartesi yani 15. gün "yarın bitiyor, mecalim de kalmamıştı, ne iyi" diye düşünürsünüz. Ama hele kazara son gün son saatte biletiniz varsa bir filme, çıktığınızda derin bir sızı duyarsınız ve bir sene nasıl bekleyeceğinizi kara kara düşünmeye başlarsınız.
30 senelik festivalin her senesini yasamış biri olarak ne çok, ne çok anım var. Bunlardan hangisini seçeyim, diye düşündüğümde Gus Van Sant'ı Saray Muhallebicisi'nde nasıl 20 dakika beklettiğim aklıma geldi! O sene benim çok önemsediğim iki yönetmeni birden davet etmişti İKSV: Gus Van Sant ve Tsai Ming Liang. Şanslıyım ki bu yönetmenlerin her ikisiyle faal olarak ilgilenme konumuna da getirilmiştim. İKSV Gus Van Sant'in söyleşisini Mithat Alam Film Merkezi işbirliği ile Boğaziçi Üniversitesinde yapmaya karar vermiş, ayrıca beni de Akbank Sanat'ta Tsai Ming Liang ve Reha Erdem'in yapacakları söyleşi/sohbete moderatör olarak davet etmişti. Reha Bey ile müşterek favori yönetmenlerimizden biri olan Ming Liang için beraberce hazırlanmıştık bir sure. İlk önce Gus Van Sant söyleşisi gerçekleşti. Ancak o gün Gus Van Sant Boğaziçi'nde uzun suren söyleşiden sonra Film Merkezi'nden ayrılmayıp saatlerce öğrencilerle sohbete devam etmesine hatta sonra birlikte kebapçıya gidilmesine karşın ben fırsatını bulup bu çok beğendiğim yönetmenle bir çift laf edememiştim. Ama sonunda Cumartesi gününe 45 dakikalık bir randevu koparmıştım kendisinden. Aksam eve döndüğümde birden fark ettim ki, aynı gün öğlen Tsai Ming Liang söyleşisi var ve ben moderatörüm. İki randevu uç uca, Ming Liang söyleşisi biraz uzarsa Gus'a yetişmem olanaksız. Ama bu hayatta bir kere olacak fırsatı tepecek de değilim. Nasılsa moderatörüm, saati ona göre ayarlarım artik, diye avunuyorum. Sen misin bunu diyen. Ming Liang hazırladığım ciddi sinefil sorularını bir yana atıyor ve sanki bütün öğleden sonra söyleşi sürecekmiş rahatlığında ağır mı ağır bir tempoda, tane tane, uzun uzun, detaylı detaylı cevaplar veriyor. Üstelik bir de tercüman var, o da çeviri yapınca yol alamıyoruz bir turlu. Saatime bakıyorum; Gus ile buluşmama 15 dakika kaldı, 10 dakika kaldı, 5 dakika var, buluşma saatim geldi... Ter içindeyim, bir 'es' kolluyorum ki bitireyim artik söyleşiyi... O bayıldığım, böyle bir zamanı ancak düşleyebileceğim yönetmenin boğazını sıkıp "yeter artık, sus, sus" diyecek noktadayım... En sonunda bitti veya bitirdim ve anında masadan kalkarak hatta söyleşiye katılanların fotoğrafını çekmek için gelmekte olan kişiyi de devirerek koşmaya basladım... Graduate'in son sahnesinde Dustin Hoffman'ı düşünün  Akbank Sanat'tan Saray Muhallebicisi'ne olan mesafeyi her türlü rekoru kırarak aşıp, dört katli ve sonuna kadar dolu muhallebicide bir de nerde olduğunu arayıp ( ve randevumuza tam 20 dakika gecikmiş olarak ) ona kavuştum. "Kusura bakma Gus, biraz geciktim" dedim! Bu doğru değil tabi, utançtan kıpkırmızı özür üstüne özür dilemeye devam ettiğimin üçüncü dakikasında Gus Van Sant bana çok nazik bir şekilde zaten azalan zamanımızın geri kalan kısmını özürle harcamamamız gerektiğini hissettirdi.
Günler, aylar, seneler torbaya girmiş ve kader bana bu çok sevdiğim iki yönetmenle koşuşturma içinde bir zaman ayırmıştı. Ama IKSV olmasaydı ben nasıl yaşardım böyle hoş bir anıyı...
Not: Saray Muhallebicisi'ne koşarken kaybettiğim henüz Londra'dan yeni almış olduğum kırmızı kaşmir atkımın bir benzerini 50. yıldönümünde İKSV'nin bana hediye etmesini de bekliyorum :)
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Mithat Alam

Eskiden filmlerde altyazı yoktu. Televizyonlardaki gibi anında çeviri yapılırdı. Salonun bir köşesinde bir masada oturan çevirmen, önündeki metinden filmi takip ederek çeviri yapardı. Eğer çeviri sisteminde bir sorun varsa, film orijinal dilinde oynatılırdı. Mesela bir keresinde son 20 dakikasını Korece izlediğim bir film olmuştur. Ama asıl anım, E. Scola'nın Aşk Tutkusu (Passione d'Amore) filminden. O sene Scola'nın filmlerini İtalyanca'dan Ermeni bir hanımefendi çeviriyor. Orta yaşlı, son derece sevimli, yaptığı işe kendini kaptıran bir hanımefendi. Film sırasında ellerini kollarını sallayarak sanki kendisi olayın bir parçasıymış gibi, içten ve samimi bir çeviri yapıyor. Tabii çok da tatlı bir lehçeyle. Neyse uzatmayayım,filmin konusu yakışıklı bir subayın taşra garnizonuna atanması ve komutanın kızının ona aşık olması etrafında gelişiyor. Gazi Sineması'nın gençlerin hatırlayamayacağı o dev salonunda film başlıyor. Daha ilk planda yakışıklı subayımız kasabaya girer ve kızla göz göze gelir. Perdede İtalyanca bir altyazı belirir ve ilk çeviri yapılır, "butuun asklar biir bakisssla basslaar"... Harfleri benim yazdığım gibi okuyun lütfen, aşk değil ask. Herkes kahkahayı basar. Neyse film ilerler kahramanımız küçük bir müfrezeyle haydutları kovalıyor. Bir yerde çavuş gelip, subaya İtalyanca bir şeyler söylüyor ve çeviri, "komutaniiim, askerleeer yoruldulaaar, önlerinii yesinleer.." tabii herkes tekrar yerlerde. ("Öğünlerini yesinler" yerine..) Neyse, iki gün sonra gene Scola'nın Çirkinler, Kirliler ve Kötüler filmi.. Daha ilk çeviride, hiçbir komik olay olmamasına rağmen salonun değişik yerlerinde kıkırdamalar. Bir önceki filmi seyredenlerin tatlı anıları depreşiyor..
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA
3
Şubat

festival nisan`da hep polis bayramina denk gelirdi. bizim de o zamanlar taksim meydaninda, tramvay duraginin oradaki direklere festival bayraklari asiliyor. dis mekan donatimi simdiki gibi degil ve nedense o zamanlar sponsorluk dept. tum bayraklardan sorumluydu. bi sabah bi bakarim, bizim bayraklar gitmis, turk bayraklari asilmis. polis bayrami. ben beyoglu emniyetten komiserlerle ahbap olmustum. bizim bayraklari nereye yolladiniz yine diye telefon acardim. bir sure festival hazirliklarinda artik polis bayrami tarihini de not eder olduk ki bayrak dedektifligi yapmayalim, önceden kendimiz cikartalim diye.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
S.A.

Bunun gibi çok hikaye var ama buna çok gülerim ben. Festival dönemlerinde geçici personel olarak aramıza katılan, simsiyah pırıl pırıl sakallı, uzun saçlı, yuvarlak gözlüklerinin arkasından uzun yıllar sonra fark ettiğimiz renkli gözleriyle Bülent Başıbüyük herkes gibi her işe koşturur, en çok filmlerin toplanmasına yardım ederdi. 80’li 90’lu yıllarda, gümrük işlemleri için, Balkan ülkelerinden gelecek filmlerin İstanbul’daki konsolosluklarından menşe-i şahadetname denilen bir yazı alınırdı. Bunları konsolosluklardan festival başlamadan çok önce istememize rağmen zamanında elimize ulaşmazdı. Biz Bülent’le birlikte Vakfın aracına biner bir iki konsolosuğu birden gezer, hatta ben onların daktilosunun başına geçer, yazıyı yazar, onlara imzalatıp alır gelirdik. Acele ettiğimiz için trafikte kalmayalım diye, Bülent kafasını arabanın penceresinden sarkıtır, yabancı şivesiyle Türkçe konuşup adres sorardı. Ama bunu o kadar güzel yapardı ki, insanlar gerçekten ciddi ciddi tarif edip yol da verirlerdi hemen ama ben arkada kendimi zor tutardım, sonra da deliler gibi gülerdik Yıldız’daki ofise dönünce.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Nuray Muştu

İstanbul Film Festivali tarihinin seyirciler açısından en zorlu yıllarından bir tanesi 1992 yılıdır. 11. Festival'de toplu gösterimi yapılan yönetmenlere bakar mısınız: I. Bergman, A. Kurosawa, P.P. Pasolini.(galiba bir de P. Cox vardı o sene, ama emin değilim) Bu arada Herzog, Von Trier (Europa ahhh Europa ne filmdi yaaaa!!), A. Resnais, C. Saura gibi yönetmenlerin en yeni filmlerini saymıyorum. Neyse rezervasyon formlarının teslim edileceği günün sabahı erkenden AKM'nin önündeyiz. Soğuk bir bahar sabahı, uzun mu uzun bir kuyruk. Gümüşsuyu tarafından gelen bir teyze, önce kuyruğa baktı, sonra yaklaşıp, "evladım, bu ne kuyruğu" diye sordu. Fırlama gençlerden biri, "Pasolini kuyruğu teyze" dedi. Kadın kendisiyle dalga geçiliyor diye ters ters bakınca ben, "Film Festivali'ne bilet alacağız teyzecim" dedim. Kadıncağız, "tövbe tövbe, tüp kuyruğu, yağ kuyruğu gördüm ama, film kuyruğu da hiç görmemiştim" deyip gitti.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA
3
Şubat

Hani Emek'te yap�lan bir Film Festivali a��l���nda sponsorlardan biri gelememi�ti. Durum son dakika belli olunca ak��� bozmamak �zere, apar topar sponsor rol�n� �stlenerek ben sahneye ��km��t�m. �akir Bey de durumu anlam��, o hepimizin �ok iyi bildi�i g�l��� y�z�nde plaketi bana vermi� ve tebrik etmi�ti.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Meri� Soylu

Gençler bilmez, eskiden (bayağı eskiden) Türkiye'ye filmler 1-2 yıl sonra gelirdi. O yıllarda dünyaya dair en önemli pencerelerimizden bir tanesi Sinema Günleri'ydi. Dolayısıyla bizim için kişisel tarihimizde gittiğimiz o filmlerin önemli yeri vardır. Mesela üniversite arkadaşım olan eşim ve ben geçmiş yılları birbirimize şöyle hatırlatırız, "Pasolini'nin geldiği sene..." , "Yesterday"in ödül aldığı sene" gibi.. Hani eskiden yaşlılar ayları hatırlayamaz, "incirler olduydu", "erikler çiçek açtıydı" derler ya işte öyle.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA

O zamanlar İstanbul Sinema Günleri için biletlerin satışa çıktığı gün, sabahın köründen bilet kuyruğuna girmek gerekiyordu. Ben de yakın diye şimdi tuhafiyeci pasajı olan Pangaltı İnci sinemasının önünde, dışarıda kuyrukta beklemeye başladım. Bir yandan da o zamanlar takip ettiğim Milliyet Sanat Dergisi'nin sayfalarını karıştırıyorum. Faruk Ulay'ın Tarkovski'nin Nostalghia'sı üzerine yazdığı yazıyı okudum. O zamana kadar Tarkovski'yi duymamıştım... Hala sakladığım o dergideki yazısında Tarkovski'nin bu filmde yarattığı dünya, okuduğum anda büyüledi beni. Listemde olmadığı halde onu da listeye ekledim. Ve Nostalghia ile benim Tarkovski serüvenim başladı ve hiç bitmedi. Tüm filmlerini 3-4 kez izledim.
Sinema Günleri, bana diğer pek çok yönetmeni olduğu gibi, o sene Tarkovski'yi kazandırmıştı.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
Seler Cebecioğlu

Sinema Günleri'nin değişmez salonlarından bir tanesi Moda Sineması'ydı. Yönetmen Andrei Konchalovsky'nin, büyük aşkım Nastassja Kinski'li Maria'nın Aşıkları filmini izledik. Çıkarken yaşlı bir teyze yanındakilere, "Ayol kadın ne sevişiyor yahu.." deyince etraftaki herkes kahkahayı basmıştı.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA

Bizim bırakacak kimsemiz olmadığı için 7 yaşından itibaren oğlumuz Sinema Günleri'nin seyircisi oldu. Yani oğlumuzu da sürükleyerek heyecanın bir parçası yaptık. Fakat Film Festivali'nde büyüyen çocukla yaşamak sandığınız kadar kolay değil. Oğlum lise sona giderken bir gün eve geldim, eşim iş yemeğinde olacağı için o akşam yok, ben de yorgunum. "Oğlum işte çok yoruldum hadi bir pizza söyleyip senin seçtiğin bir filmi seyredelim" dediğimde, Bergman'ın Yedinci Mühür filmini koymaz mı? "Eyvah" dedim kendi kendime, "biz nasıl bir canavar yarattık"..?
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA

1982'de başladı serüven ve 2011'e kadar 30 sene geçmiş, dile kolay... Gerçek sinemayı da bu zaman zarfında tanıdık ve sevdik. İlk önce "Sinema Günleri" olarak başlayan festival, "Uluslararası İstanbul Film Festivali"ne devrederken ismini, Nisan ayları, sinemaseverler için bahar havası şeklinde kutlanan bir şenliğe dönüştü yıllar içinde.
Yıllardır, isimlerini tanıdığımız yönetmenleri "Theo Angelopoulos, Tsai Ming-liang, Emir Kusturica, Gus van Sant, Peter Greenaway, Park Chan Wook"u kanlı canlı karşımızda görmek ise paha biçilemez bir şans oldu hep bizim için. Ya o, sadece beyaz perdede gördüğümüz ama ulaşılması imkansız gibi gelen oyuncularla aynı sinema salonunda soluduğunu bilmesi bir insanın... Film bitişinde, flaşların arasında onlarla aynı karede olmak... Tam 18 senedir, bir çocuğun oyuncağına ilk kavuşma anındaki mutluluğuyla dolduruyorum sinema salonundaki yerimi... Profesyonel bir ekip tarafından hazırlanılan bu festivalde yüzlerce anım birikti o loş salonlarda...
Film aralarında, nisan yağmurlarından kaçıp sığındığımız bir cafede kahve molası verirken izlediğimiz filmleri, artık aşina olduğumuz yüzlerle paylaşmak ise mutluluğun zirve yaptığı an işte. Günde 4-5 film izlemek, yorgunluktan bitap düşerken sanki bir savaş kazanmışlığın gururunu hissettirir size ve gözünüzü ve ruhunuzu filmlerle doldurursunuz bu arada. 15 gün boyunca, sadece filmlerin sunduğu hayatları seyrederken aslında, ülkeden ülkeye yolculuk yaparsınız ve hatta bazen okyanusları aştırır o filmler size ki ayak basmadık ülke kalmaz sanki 15 günde...
Ben de 18 yıl boyunca bir çok sanatsever gibi bu festivalde var olmaya çalıştım. Zannetmeyin ki elimi kolumu sallaya sallaya geldim ve filmlerimi seyredip çekip gittim. Bin bir zorluk ve emekle geldiğim film festivallerinden ruhum dolu ayrılırken o güzel günlere ancak, belki, bir sene sonra kavuşabileceğimin burukluğunu da alıp İstanbul'a veda ettim her seferinde. İşte bu 18 sene boyunca, daha önce de söylediğim gibi, yüzlerce anı biriktirdim ama benim için en önemli olanını takvim 2007'yi gösterirken yaşadım. Tekrar tekrar söylerken bile gururlandığım bir ödül: "Yaşam Boyu Bilet Ödülü." Değerli büyüğüm, rahmetli Şakir Eczacıbaşı'nın elinden bu ödülü almış olmamsa, ölümsüzleştirdiğim bu anımın değerini katladı. Bir anda 18 yıl boyunca zorlukları atlatarak geldiğim o yollarda bıraktığım acılar, yerini yeni doğum yapan bir annenin gururlu sevincine bıraktı... Tam 2000 kişinin karşısında ödülümü alırken duyduğum heyecan, bir an nutkumu kilitleyecek ve konuşamayacağım zannettirdi bana ancak sonu güzel biten bir rüyaydı o an ve an bitti, anısı bende kaldı...
Hayatını sinema üzerine kurmuş, sinemaya "aşk" anlamını yüklemiş biri olan benim için, ömrümde bana verilebilecek en büyük ödüldü... "Yaşasın Sanat, Yaşasın Sinema" diye bitirdiğim ödül konuşmamın ardından kopan alkışlar ise şimdiye kadar dinlediğim en güzel melodi oldu...
Teşekkürler İKSV
Nice uzun senelere İKSV...
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
VAHİT TANSOY

Pasolini filmlerinin toplu gösterildiği sene büyük olaydı. Gazetelerden bir tanesinin haber başlığı şöyleydi, "Paso Pasolini".. O yıllara kadar hiç Pasolini filmi görmemişiz. Hepimiz heyecan içindeyiz ,filmlere yer yok, herkes kapıda bilet peşinde. Hiç unutmam, Meclis kürsüsünde bir milletvekili devletin verdiği üç kuruşluk desteği kastederek, "Salo Ya Da Sodom'un 120 Günü" filmi için, "İstanbul'da devletin parasıyla porno film oynattırıyorsunuz" demişti.
Paylaşın:
facebook friendfeed google_buzz twitter

YAZAR
EMİN ÇAPA
Sinema bir şenliktir!

İstanbul Film Festivali 1982'de kurulduğunda başka bir festivalde, İKSV'nin düzenlediği İstanbul Festivali'nde küçük bir bölümden ibaretmiş. Altı filmlik bu "Sanat Filmleri Haftası", şimdi yerinde yeller esen Harbiye Konak Sineması'nda yapılmış. Kaç kişi izlemiş bu filmleri, elimizde kesin bir bilgi yok, ama gördüğü ilgiyle sonraki yıl "Sinema Günleri" adını alıp bir aya yayılmış.

Dile kolay, otuzuncu kez yapılacak festival bu yıl: 30. İstanbul Film Festivali. Bir nesli büyüten, sinemateksiz bir kentin pelikül damarını besleyen, gösterdiği 3997 filmle kanımıza giren film gibi otuz yıl...

Festivalleri bizden yapan yalnızca gösterdiği filmler değil elbette. Heyecanını bugüne kadar toplam yaklaşık üç milyon izleyicisiyle paylaştı festival. Otuzuncu yılını da yine izleyicisiyle birlikte kutluyor. Bilet kuyruğundaki, film çıkışındaki, İstiklal Caddesi'nde koşan, yönetmenden imza alan izleyicisinin anılarını bilmek, görmek istiyor... Yıllar öncesinden bir bilet koçanıyla, üzeri işaretlenmiş çizelgesiyle, arkadaşına anlattığı anısıyla, bu film gibi otuz yılı sizden duymak istiyor...

Onat Kutlar'ın sözleriyle, "Sinema bir şenliktir!"